Hakim, adamın suçunu kabul ettiğini ve durumun vahametini göz önünde bulundurarak, "Sen hırsızlık yaptığını biliyorsun ve ben senin on dolar tazminat ödemene hükmediyorum. Bu parayı ödemeyeceğini bildiğim için senin yerine ben ödeyeceğim," diyerek duruşma salonundaki herkesi şaşkınlığa uğratmıştır. Hakim, cebinden on dolar çıkarıp hazineye verilmesini istemiş, ardından ayağa kalkarak salondakilere hitaben, "Hepiniz suçlusunuz ve her biriniz on dolar ceza ödemelisiniz. Zira sizler öyle bir şehirde yaşıyorsunuz ki, ihtiyar adam açlıktan hırsızlık yapmak zorunda kalıyor," demiştir. Bu sözlerden sonra duruşma salonunda 480 dolar toplanmış ve toplanan parayı hakim, ihtiyar adama vermiştir.
Bu olay, adaletin ve paylaşımın önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Ülkemizin kaynakları çok büyük; eğer yöneticiler doğru yerde harcasa, kaynakların bölüşümü adil bir şekilde yapılsa ve zenginlerimiz işlerini doğru yapsa, vergisini ve zekatını gerçek oranlarda verse, inanın ki Hz. Ömer'in saadet dönemini yaşarız. Her gün ekranlarda ve sokaklarda gördüğümüz iç acıtan görüntüler yaşanmaz.
2009 yılında Şanlıurfa Demokrat Parti Belediye Başkanı adayı olduğumda, televizyonlarda şöyle diyordum: "Kısmet olur da seçilirsem, Şanlıurfa'da hiçbir dilenci olmayacak." Bu iddialı sözümün arkasında yatan proje, her mahallede bir komisyon kurulmasıydı. Komisyon, mahalle muhtarı, belediyeden bir sorumlu ve mahallede sevilen, dürüst 10 kişiden oluşacaktı. Bu komisyon, mahallesindeki insanların ekonomik durumlarını tespit edecek, evi mülk mü, kira mı, kaç nüfusu var, hepsini tek tek belirleyecekti. İhtiyaç sahiplerine göre bir maaş bağlanacak, onlara bir kredi kartı verilecekti ve her ay bankadan paralarını çekip insanca yaşayacaklardı.
Bu proje için belediye, devletin sosyal yardım fonu ve zenginlerimizin vereceği zekatlar bir havuzda toplanacaktı. Adil bir paylaşım ile yokluk ve yoksulluk çözülecekti. İstenilse ve niyet iyi olursa her şey yapılabilir. 22 yıldır ülkede toplanan paralar doğru yerde kullanılsa idi, inanın ki üç yeni Türkiye yapılabilirdi.
Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim 1923’te Türkiye’nin nüfusu 13 milyondu; 10 milyonu köyde yaşıyordu. İstanbul ve İzmir’de elektrik vardı, Ankara’da bile yoktu. İğneden ipliğe kadar her şey ithal ediliyordu. 337 doktoru, 4 hemşiresi, 136 ebesi vardı. Bir kilometre asfalt yolu yoktu; köy, kasaba ve şehirlerin stabilize bağlantı yolları bile yoktu. Sadece 4 büyük şehirde 1490 otomobil vardı. Milli gelir kişi başına 45 dolardı. Halk bit, verem, uyuz, tifo, tifüs, frengi ve trahom gibi hastalıklarla mücadele ediyordu. Bin köy tamamen haritadan silinmiş, kalanlar ise harabe kerpiç evlerden ibaretti. 60 eczane vardı; bunlardan sadece 8’i Türktü. 23 lise, 72 ortaokul ve 4 bin civarında ilkokul vardı. Yaklaşık 37 bin köyde ilkokul, 30 bin köyde cami yoktu. Osmanlı’dan sadece Beykoz Deri, Feshane Yün gibi 4 atölye kalmıştı; sanayi yoktu.
Okuyucuları fazla sıkmadan kısa kesiyorum: Böyle bir devleti 79 yılda 54 hükümet, tüm darbe ve muhtıralara rağmen, 2002’ye kadar kıt kanaat kaynaklarla Edirne’den Kars’a kadar maddi ve manevi eserlerle süslemiş ve iğneden ipliğe kadar her şeyi ihraç eden bir ülke haline getirmiştir. Türkiye, Gelişmiş G-20 ülkeleri arasında 16. sırada bir sanayi ülkesi olmuştur. Eğer 22 yılda kaynaklar doğru yerde kullanılsa idi, ülke şimdi bu durumda olmazdı.
Mustafa Polat
Şanlıurfa Demokrat Parti İl Başkanı